Yine Elazığ’dayım...
Annem hastane odasında, bense hastanenin karşısındaki bir lokantanın bahçesinde size bu yazıyı yazıyorum... Kıymetimi bilin... Bu arada gölgedeyim ama sıcaktan pişebilirim..
Elazığ’da neredeyse hiç birinci derecede akrabamız kalmadı, herkes Türkiye’nin ve dünyanın farklı illerinde yaşıyor. Ancak yine de annem ısrarla her yaz buraya geliyor, buradaki evinde vakit geçiriyor. Biz, yani annemin çocukları her defasında O’nu bundan vazgeçirmeye çalışıyoruz... Tabii her defasında anneme söz geçirmeye gücümüz yetmediğini yeniden anlıyoruz... Bu süreç öyle kolay geçmiyor, annemin çocukları da inatçı...
Niye inatçıyız... Çünkü başımıza gelecekleri, yani içine düşeceğimiz dramayı biliyoruz... Her defasında anneme yardımcı olacak birini bulmaya çalışıyoruz, annem her defasında bunu da inatla reddediyor... “Siz ne sanıyorsunuz, ben kendi işimi yapamıyor muyum” diyor... Biz direniyoruz, bu defa da kimseyi bulamıyoruz... Bulduğumuzu annemiz beğenmiyor... Okyanusun suları çekildiğinde, kim ne demişti, ne önermişti, kafam karışıyor.
Her defasında annem yaz boyu en az dört kez hastaneye kaldırılıyor, biz çocukları İzmir, Ankara ve İstanbul’dan nöbetleşe Elazığ’a dökülüyoruz... Git gel Elazığ’ı yol ediyoruz... Bu sırada yaşadığımız üzüntü, sinir harbi, kendi aramızdaki çatışmalar, masraflar bir yana, en çok annemizin düştüğü duruma, hastalığına üzülüyoruz.
Annem yine hastaneye düştü... O yüzden buradayım... Hastaneye getirilirken ki durumunu az önce bana tek tek anlattı. Dinlerken kalp krizi geçirip ölebilirdim...
Annem tek odada sıkıldığını söyleyip, iki yataklı bir odaya aldırılmasını sağlamış.
Neyse, kendi hâlini anlattıktan sonra oda arkadaşı olan teyzenin trajedisini de anlattı. Aman allahım trajedi ki ne trajedi.. Annem ses tonundaki oynamalar vurgular ve araya iliştirdiği diyaloglarla öyle iyi öyle canlı anlatıyor ki olup bitenleri... Dinlerken üzüntüden fenalık geldi... “Anne benim çıkıp yazımı yazmam lazım” dedim, bu lokantaya geldim.
Geçenlerde annesi benim annemle aynı kuşaktan olan arkadaşlarımla konuştum. Onların anneleri de aynı... Acıya, trajediye, mutsuzluğa âşık kadınlar. Bu nedenle koşulları ne kadar iyi olursa olsun, hayatlarında hep bir istikrarsızlık, tamamlanmamış bir şeyler, üzüntü, şikâyet edilecek nedenler ve çözümsüzlük oluyor muhakkak...
Gençlikleri ve çocuklukları İkinci Dünya Savaşı ve öncesine sıkışmış kadınlar bunlar. Yani dünyanın en zor saatlerinde hayat sürmüşler... Dersimli bir arkadaşım anlatmıştı; annesi ve arkadaşları zaman zaman biraraya gelir, 20 yıl önce ölen birini anlatır, toplu hâlde ağlarlarmış. Ankara Polatlı’dan bir arkadaşım da çocukken her pazara gidişinde annesine üzerinde acıklı hikâyeler yazan kâğıtlardan satın alırmış. Sonra da anne ve komşular toplaşır, arkadaşımın okuduğu hikâyeye toplu olarak ağlarlarmış. Hatta arkadaşım bazen yeterince hisli okuyamadığı ve ağlatamadığı için azarlanırmış.
Aman anneler yaman anneler... Mutlu olmak varken, nedir bu kendinize çektirdiğiniz...
www.vivahiba.com
***
‘AVM gibi kadın’ deniyor mu
» SEMİH FIRINCIOĞLU- (New York)- “Apartman gibi kadın.” 1960’larda Güney’de babam ve arkadaşlarının kullandığı bir beğeni ifadesiydi bu. Boylu poslu (hattâ bir parça toplu), takılı, yapılı hanımlar için kullanırlardı. (Bunun bir önceki versiyonu da “hökümet gibi kadın”dı sanıyorum.) Bu sözü beton bir binayı “güzel” saymalarına değil ama böylesine uçuk bir benzetme yapıyor olmalarına bıyık altından gülerek söylerlerdi. (Siyaseten sakat bir bakışın ürünü tabii ki, ama kırk- elli yıl öncesinin Güney’inden söz ediyoruz.)
Nüfus artışı, göç, kentleşme ve beton teknolojisindeki gelişmeler nedeniyle konutlar dikine çıkmaya başlamıştı. Taşralı orta sınıfın sınıf atlama kavramının başında babadan kalma tek katlı evi ya da yeni aldığı arsayı müteahhide verip apartman diktirmek, karşılığında birkaç daire alıp birine yerleşmek, ötekilerden de kira toplamaktı. Emireri gibi kullanılan kapıcının yanısıra bir de asansör olursa tadına doyum olmazdı.
Bir apartmanın başarı simgesi olmasına, hattâ daha rahat bir yaşam sağladığına itirazım yoktu ama (herhâlde o yıllarda yabancı kültürlerle tanışmaya başladığımdan) beş- on katlı bir beton binanın “güzel” görülmesini tuhaf bulurdum. Ama ağzımla kuş tutsam babama bahçe içindeki iki katlı bir evin çok daha güzel olduğunu anlatıp kabul ettirebilmem olanaksızdı. Tabii bu bir haklılık- haksızlık konusu değil: estetiğin işlev ve koşulların peşinden gittiğini, göreceli olduğunu biliyoruz “iPhone gibi kız/oğlan” deniyor mu bilmiyorum ama bugün bu metal ve cam karışımı dikdörtgen nesnenin benzerlerinden daha “elegan” olup olmadığını tartışabiliyoruz, örneğin.
“Güzel” bulunanın yeni koşullarla birlikte değişmesi çok doğal. Doğal olmayan, yönetimi (hâlâ) elinde tutan kesimin babamın kırk yıl önceki estetiğini az bir farkla sürdürüyor olması: Apartman büyümüş, AVM, gökdelen ve rezidans olmuş görünüyor. İşin acıklı tarafı da bu “şahane” yapıları iftiharla diken ve “güzel” bulan kişilerin babam gibi kendiyle bir parça matrak geçerek “rezidans gibi kadın” gibisinden bir söz düşünemeyecek ve edemeyecek kadar dar bakışlı ve mizah duygusundan yoksun olması. (Sene de oldu 2013.)
www.isteyenokusun.com
|
||||||||||
|